28 Nisan 2024 - Pazar

Şu anda buradasınız: / TARİHSELCİLİK NEDİR, NE DEĞİLDİR?1
TARİHSELCİLİK NEDİR, NE DEĞİLDİR?1

TARİHSELCİLİK NEDİR, NE DEĞİLDİR?1 Prof. Tahsin Görgün

1. Tarihselcilik, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve daha sonra yaygınlaşan, mahiyeti, herhangi bir öze sahip olmayış olan, ancak farklı itibarlarla farklı şekillerde zuhur ederek, farklı farklı isimlerle anılan, genel bir hali isimlendirir. Bu hal bir cihetten pozitivizm iken, başka bir cihetten tarihsel materyalizm adını alırken, duruma göre idealizm ve materyalizm olarak da isimlendirilmektedir. Tarihselciliğin başka bir adı da, konstrüktivizmdir. Esasını, mutlak hakikatin inkârı teşkil eder. Bu haliyle de radikal hümanizm olarak isimlendirilir ve ateist varoluşçuluk olarak zuhur eder. Batı modernitesini temsil eden bütün bu ve benzeri “izm”lerin hakikatini, “hakikatin, keşfin değil, icadın mevzusu” olduğu varsayımı oluşturur. Bunun açıkça telaffuz edilmesi ise, postmodernizm olarak sunulmaktadır. Bu konuda yaptığı temsil gücü en yüksek çalışmaları ile haklı bir yere sahip olan Friedrich Meinecke’nin, “tarihselcilik, tarihî her münferid sureti, her müesseseyi, her fikri ve ideolojiyi, oluşun sınırsız akışı içinde geçici bir an olarak gösteren bir rölativizmi ortaya çıkarmıştır. Buna göre her şey ancak izafi bir değer taşır”3ifadesi, bu hususta yeterli bir fikir verebilir. Kısaca tarihselcilik, Mutlak ile irtibatın koparılması, Mutlak’ın unutulması ve her şeyin izafileştirilerek, izafiliği mutlaklaştırmak demektir.
2. Tarihselciliğin özünde, Fichte’nin meşhur “dictum”u yatar: doğruluğun kriteri, yapılabiliyor olmasıdır. Eğer bir şeyi yapabiliyorsanız, meşrudur. Bu cihetten ahlaki ve hukuki alanda, doğru veya yanlış, yapılabiliyor olmaya bağlıdır. Yapabiliyorsanız, doğrudur; yapabiliyorsanız, yapabilirsiniz; yapabiliyorsanız, yapma hakkınız vardır; yapabiliyorsanız, yapamayanların sizin yaptıklarınızı kabullenmek mecburiyeti vardır; yapabiliyorsanız, yapamayanların, sizin yaptıklarınızı kabul etmek mecburiyetinde olmalarından dolayı, bu mecburiyet onlar için “ahlaki bir vecibe” haline gelmektedir; dolayısı ile sizin yapabildiklerinizi yapmak hakkınızı teslim ederek, kabullenmek onların vazifesidir. Dilthey’in yazılarında bu durum şöylece ifade edilir: “olabilir”, “olması yüksek bir ihtimaldir”, “olur”, “olmak zorundadır”, “olması bir vecibedir”, ifadeleri ve tavırları geçişlidir. Yani, olanın olması gereken olduğunu düşünmek ve kabullenmek, tarihselciliğin ve onun zuhurunun bir formu olan pozitivizmin önemli bir unsurudur. Kısacası güç, hakkın ve vazifenin esasını teşkil eder. Modern Batı düşüncesinde ve modernizmde zuhur ettiği haliyle ve bu yüzüyle tarihselciliğe göre hakikat, gücün bir fonksiyonundan ibarettir.
3. Bu tavır bütün sömürge faaliyetlerinin temelini teşkil eder. Bunun böyle olması gerektiğini kabul edecek ve bunu savunacak şekilde yetişen insanlara, sömürge aydınları ve daha keskin ifadesi ile “mankurtlar” denilir. Bütün bir İslam dünyasının son iki yüzyıldaki tarihi, bu sömürge ideolojisinin uygulama alanı olarak, özel olarak araştırılması ve bu perspektiften anlaşılarak anlatılması/yazılması gerekmektedir. Sömürgeciler kendi geçici halleri ve uygulamalarını “mutlaklaştırarak”, Müslümanların sahip oldukları ve Müslümanları muhafaza eden ne kadar esas varsa onu izafileştirmeye ve “tarihselleştirmeye” gayret etmişler; onların bu tavrını içselleştiren sömürge aydınları, batının “yeni” ve “geçici” değerlerini mutlaklaştırarak üstlenmeye çalışırken, İslam ve Müslümanlığı tarihselleştirmeye çalışmayı, objektiflik zannederek, eleştirel ve akademik bir tavır olarak benimsemişlerdir.
Diğer taraftan sömürge faaliyeti, sadece Müslümanlara karşı yürütülen bir faaliyet değildir; bu öncelikli olarak, Batı toplumlarında ve batı toplumları içinde, birbirine karşı uygulanmış ve daha sonra dışarıya, Osmanlı Devleti’nin koruyucu gücü kırıldıktan sonra da, islam dünyasına uygulanmıştır. Bu sürecin nasıl gerçekleştiğinin farkında olan birçok Batılı aydın bunun analizini yapmış olmakla birlikte, tutunacak bir dal, irtibat kuracakları bir “mutlak” göremedikleri için, sadece bunu tasvir etmekle kalarak, izafi hallerin ortaya çıkardığı izafi tahakkümleri, daha farklı ama kendileri de kendinde izafi olan tekliflerle iktifa etmek zorunda kalmışlardır. Bu sürecin tahlilini yapan şu ifadeleri biraz açıklayarak, tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu, daha yakından ifade edebiliriz:
“Faillerin maruz kaldıkları ‘özgür olmayan varoluşun’ hangi anlamda bir kendi kendine dayatılmış zorlama biçimi olduğunu görmek de zor değildir. Toplumsal kurumlar doğal fenomenler değildir; kendiliklerinden ortaya çıkıp var olmazlar. Bir toplumdaki failler zorlayıcı kurumları, onlara katılarak, protesto etmeden kabul ederek, vb. kendi kendilerine dayatırlar. Failler, sırf dünya resimlerinin emirlerine göre görünüşte ‘özgür’ olan bir biçimde davranarak zorlama ilişkilerini yeniden üretirler.”4
Mutlak hakikati reddeden modern batının hâkim zümreleri, kendi yaptıklarını ve kendi oluşturduklarını, sırf kendileri tarafından oluşturulmuş olduğu için geçerli kabul edip uygulamışlardır. Bunu yaparken de bu hâkim zümreler her şeyden önce kendi çıkarlarını gözetmişler; ancak bunu gizleyerek, diğer insanlara, kendi oluşturdukları düzenleri ve düzenekleri dayatmışlardır. Ancak bu dayatma, gerektiğinde zor da kullanılmakla birlikte, genellikle zor kullanmadan başarılmıştır. Batı dünyasında yaşayan insanların kahır ekseriyeti, kendi oluşturmadıkları bir düzeni kabul etmek zorunda bırakıldıkları, yani “mustaz’af” konumunda olduklarını bu iktibas şöyle ifade etmektedir: “Faillerin maruz kaldıkları ‘özgür olmayan varoluşun’ hangi anlamda bir kendi kendine dayatılmış zorlama biçimi olduğunu görmek de zor değildir.” Buradaki “hangi anlamda bir kendi kendine dayatılmış” ifadesi, tam da bu mustaz’af konumunu işaret etmektedir. Devam eden cümle, yani “Toplumsal kurumlar doğal fenomenler değildir; kendiliklerinden ortaya çıkıp var olmazlar” ifadesi, modern toplumlardaki kurumların, hâkim zümreye mensup insanlar tarafından oluşturulduğunu dile getirirken, “Bir toplumdaki failler zorlayıcı kurumları, onlara katılarak, protesto etmeden kabul ederek, vb. kendi kendilerine dayatırlar” ifadesi, bu dayatmanın yollarını ve yöntemlerini göstermektedir. Son cümleler ise, modern batı toplumun özünde ve kendi içinde taşıdığı tahakkümcü özü etkin bir şekilde nasıl muhafaza ettiğini dile getirmektedir: “Failler, sırf dünya resimlerinin emirlerine göre görünüşte ‘özgür’ olan bir biçimde davranarak zorlama ilişkilerini yeniden üretirler.”
Batının sömürgeci merkez ülkelerinin kendi içlerinde birbirlerini sömürgeleştirerek oluşturdukları düzen ve düzenekler, sömürgeleştirmenin yaygınlaşması ile birlikte, Müslümanların yaşadıkları bölgelere de, özellikle Osmanlı Devleti’nin, onları koruyacak gücünü kaybetme süreci içinde, ulaşmış; bu bölgelerde sömürgeleşmeyi mümkün kılan ve sürdürmeyi sağlayanlar ise, kendi inancını ve medeniyet birikimini Batının sömürgeci ideolojileri karşısında tarihselleştirme gayretine ve gayretkeşliğine düşen sömürge aydınları olmuşlardır.
4. Aslında öncesinde David Hume’un hazırladığı, Kant’ın mayaladığı, Fichte’nin dile getirdiği ve Hegel tarafından tam bir sistem haline getirildikten sonra bir ideoloji olarak yaygın kabul gören bu tavrın özünde kendini müstağni gören insanın tuğyanı olduğu ve bunun, daha önce Firavun ve çevresindeki insanlarda gördüğümüz, “ben sizin en yüce rabbinizim” iddiasının, yeni bir ifadesi olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bunun teferruatını görmek için Hans Kelsen’in5 ve Carl Schimitt’in6 ve sonrasında Richard Rorty’nin7 yazılarını okumak yeterlidir.
Bu cihetten meseleyi derinleştirmek ve genişletmek mümkün olmakla birlikte, burada sadece şunu belirtmekle iktifa edebiliriz: tarihselcilik özellikle evrimcilikle irtibatlandığında ilerlemeci ve ilerici bir görüntü kazanmakta ve böylece kendisini ileri ve gelişmiş, dolayısı ile daha önce bilinmeyen bir yaklaşımmış gibi sunabilmektedir. Hâlbuki daha yakından bakıldığında, zannedildiğinin veya umulduğunun aksine, güneş altında “yepyeni” bir şeyin olmadığı; yepyeni olarak takdim edilen görüşlerin, insanlığın daha önce yaşadığını “yeniden”, ancak “yeni bir sunumla” takdim edilmesinden ibaret olduğunun kolaylıkla fark edilebileceğini söyleyebiliriz.
5. Tarihselcilik, genel olarak insanlık tarihi perspektifinde bakıldığında, zannedildiği ve söylendiğinin aksine, yeni bir bakış şekli değildir; insanların ve insanlığın hayatında, Peygamberlerin tebliğleri ile insanlara ulaşan hakikatle irtibatın zayıfladığı veya koptuğu zamanlardaki insanların hallerinden birine denk düştüğü söylenebilir. Nitekim bu durumda insanlar arasında bir grup kendilerini “müstağni” görerek, “tuğyana” düşmekte, karşı karşıya kaldıkları meseleleri ise “deneme-yanılma” yoluyla halletmeye çalışırken, kendi kendilerini düşürdükleri hali, bütün insanlığın hali olarak, bütün insanlığa teşmil etmekte; bu sebeple de bütün insanlığı, “önleri bir anlık aydınlandığında, bir adım atan, ışık kaybolunca da öylece kalakalan” bir konumda zannetmektedirler. Bunun en önemli neticelerinden birisi, tuğyana düşen ve diğer insanlara tahakküm edenler kendi deneme-yanılma süreçlerinde yaşadıkları hallerinden hareketle, peygamberleri ve peygamberlerin tebliğlerini değerlendirmeye çalıştıkları ve onların bunu nasıl ve hangi amaçla yaptıklarını farketmeyen insanları da, bu konuda ikna etmeleridir. Farkında olarak veya olmayarak birçok insanın günümüzde Hz. Peygamber’in “bizim gibi insan” olduğunu vurgulaması, ama ona vahyedilmiş olmasının mana ve ehemmiyetini, farkında olarak veya olmayarak, ihmal ettiklerini hatırlayacak olursak, meselenin ciddiyeti de ortaya çıkar. Kısaca ifade edecek olursak tarihselcilik, kendin müstağni görerek tuğyana düşmüş olan bir insan grubunun, bu halini hakikatin kriteri haline getirerek, diğer insanları bunu kabule zorlaması ile yaygınlaşmış, nihilist bir tavırdır. İnsanlığın zaman zaman başına gelen hallerden bir hal olarak görülmesi ve kavranması, anlaşılması ve üstesinden gelinmesinin de ön şartıdır.
Bu hallerin bize en yakın olanı, en yakından tanıdığımız ve bizi en fazla etkileyen de, 19. Ve 20. Yüzyılda Batı Avrupa’nın Hıristiyan çevrelerinde başlayan ve daha sonra sömürgeleştirme ve kendi kendini sömürgeleştirme yoluyla, yerküreye yayılan modernizm (Burada bu hali dile getiren Batılı birçok edebiyatçı ve felsefeciden birkaç misal verebiliriz: mesela Huxley, Cesur Yeni Dünya ve Orwell, 1984), tarihselcilik ve nihilizm ( mesela Sartre, Bulantı ve Camus, Veba); bunlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan, postmodernizmdir (mesela “Black Mirror” ve benzeri dizilerde bunu takip etmek mümkündür).8Tarihselcilik, kısaca bir cihetten “gücü ele geçirmiş olanlar için”, güçlerinden kaynaklandıklarına inandıkları hakları ve haklılıklarını meşrulaştırmasöylemi, başka bir cihetten bunu yerkürede yaşayan insanların bütününü düzenleme amacına matuf bir şekilde oluşturup yürütmeye çalıştıkları dünya sisteminin ruhu olarak etkin kılarken, üçüncü bir cihetten merkez ülkelerin yapısal tasarrufu altına girmiş olan bölgeler ve toplumlarda, merkez ülkelere doğrudan bağlı ve bağımlı olarak yaşayanlar için ise, kendi değerlerini izafileştirerek, baskın olanı, bu manada mevcudu/mahkûmu olduğunu meşrulaştırmanın bir ideolojisi olarak, “emperyalizme konformizm” olarak zuhur etmektedir.
6. Öncelikle şunun altını çizmek gerekir: tarihselcilik ile tarihi-eleştirel yöntemin, (daha doğrusu tarihi-tahkik usulü/historisch-kritische Methode) doğrudan bir alakası yoktur. Tarihi-eleştirel yöntemin en mükemmel formu, bizzat Müslümanlar tarafından, canlı bir kültürün içinde ve bu kültürün kendi kendine şuurunun bir alameti olarak, hadis alanında geliştirilmiş ve uygulanmıştır. Müslümanlar için hakikat, ilimde gerisi olmayan zemin, ötesi olmayan gaye olarak etkindir; hakikat, insanı önceler, insana refakat eder ve insanı kuşatır. Batı Avrupalıların geliştirdikleri tarihi-eleştirel yöntem, canlı kültürün parçası olmayan ve dolayısı ile elde hakiki verilerin bulunmadığı şartlarda, farklı isimlerle oluşturulan/kurgulanan faktörlere bağlı olarak, özelliklekendilerinin “kutsal” olarak niteledikleri, ilahi kaynaklı olmakla birlikte, insani olanla karışmış olan metinlerin tahlil edilerek, birbirinden tefrik edilmeye ve böylece rivayetlerin ortaya çıktıkları zamanları belirleyerek, bunun üzerinden bir tanzim ve tertibe tabi tutulmaya çalışıldığı, adına modern diyebileceğimiz belirli bir kültürel bağlam içinde makuliyet kazanabilen, teknikler bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu yöntemhakikati, makul araçlarla ikmal ve duruma göre ikame etmenin bir yolu olarak da kullanılmaya müsaittir. Bu yöntem tam da bunu öngörmese de, hakikati bir insan kurgusu olarak algılamaya ve takdim etmeye de el verebilir. Oryantalistlerin -mesela Goldziher, Schacht ve Watt’ın- İslam araştırmalarında bu yöntemi bu şekilde kullandıklarını bilmek gerekir. Oryantalizme fazlaca endeksli ilahiyat tahsilinin, farkında olunmadan, böyle bir varsayıma dayalı olarak yapılması, dolayısı ile ilahiyatçılar arasında farkında olmadıkları tarihselciliğe yönelik bir tür yatkınlığın da arka planını oluşturmaktadır. Dolayısı ile bir taraftan tarihsel-eleştirel yöntemin tarihselcilikle doğrudan bir alakası yoktur. Ancak diğer taraftan tarihselciler, bu yöntemi kendi amaçları için fazlaca kullanmışlardır; bunlar arasındaki farkı bilmeyenler, bunları bir ve aynı şey zannedebilirler. Zan ilimden bir cüz değildir.
7. Türkiye’de tarihselci olduğunu söyleyen bazı ilahiyatçıların, gerçekten tarihselci olup olmadıklarını ayrıca ele almak gerekir. Ancak şu kadarını belirtmekte fayda mülahaza ediyorum: Buraya kadar dile getirilen hususlar dikkate alındığında Allah’a, Peygamber’e ve ahiret gününe inanmakla, tarihselci olmanın kabil-i telif olmadığı açıktır. Tarihselci olduğunu söyleyen birisi, ya Müslüman değildir veya tarihselciliğin ne demek olduğunu bilmiyordur. Kur’an-ı Kerim’de “hâss ve âmm ifadelerin/hükümlerin olduğu”nu söylemek veya “ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” demek veya “Hz. Ömer’in K. Kerim’de öngörülmesine rağmen müellefe-i kulûb’e ait ödenekleri durdurması”ndan bahsetmek ve bunları anlamaya çalışmakile tarihselci olduğunu söylemek, biri diğerinden tamamen farklı iki yaklaşımdır. Çünkü klasik usul ve füru eserlerinde bunlar ve benzer konular sistematik olarak müzakere edilmiştir ve bunlar gibi birçok meselenin, usul dairesinde bir açıklaması mevcuttur. Bu usulü bilmemek, bu konularda usulsüzlüğe kapılmaya bir mazeret teşkil etmediği gibi, bilerek ihmal etmek -en iyi ihtimalle-, iyi niyetle açıklanamayacak bir garabettir.
Bu yazı, bu konuda daha önce yayınladığım başka bir yazının devamı ve mütemmimi olarak okunabilir. Daha önce neşredilen yazı için bak: Tahsin Görgün, “Tarihsellik ve tarihselcilik üzerine birkaç not”, Kur’ân-ı Kerim, Tarihselcilik ve Hermenötik, İzmir 2003, içinde, s.107-150
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Öğr. Üyesi
“Der Historismus hat einen Relativismushervorgebracht, der jedesgeschichtlicheEinzelgebilde, jede Institution, jede Idee und jede Ideologie nur als einen vorübergehenden Moment im unendlichenFlusse des Werdensanzusehenvermag. Alle Dingehabendanach nur relativenWert.”, Friedrich Meinecke, ZurTheorie und Philosophie der Geschichte, Stuttgart, 1965, Tarihselciliğin kısa bir tanıtımı ve Marksist bir eleştirisi için bak: “Historismus” md, G. Klaus und M. Buhr (Hrsg.), PhilosophischesWörterbuch, 12. Auflage, Westberlin 1974, c. I, s. 521-523
Raymond Guess, Eleştirel Teori, çev. Ferda Keskin, Ayrıntı Yay., İstanbul 2002, S. 92/İngilizce Orjinali, The Idea of a criticalTheory, CUP, Cambridge 1981, s. 60
Kelsen, “Gott und Staat”, Logos, 11, 1922-23, s. 261-284
Carl Schmitt, Siyasal İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu, Dost, Ankara 2005 (ikinci baskı)
Richard Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, çev. M. Küçük-A. Türker, Ayrıntı, İstanbul 1995
Bu halin genel ve derli toplu özet bir tasviri için bak: John E. Grumley, History and Totality, Radicalhistoricism from Hegel to Foucault, Routledge, London & New York 1989

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul